Bazı insanlar bu dünyaya geldiklerinde, içlerinde bir çığlıkla doğarlar. Kimse duymaz o çığlığı, çünkü sessizdir. Ama o sessizlik her gün yankılanır zihinlerinde. Zihin... Hem sığınak, hem de hapishane olur onlara. Tıpkı ona olduğu gibi. O, Bipolar bozuklukla yaşıyor. Ya da belki daha doğru kelimeyle: yaşamaya çalışıyor. Depresyon onun üstüne sadece karanlık bir örtü sermiyor — omuzlarına taşınamayacak kadar ağır bir yük de yüklüyor. Ve bu yük, belki de en çok şu yüzden dayanılmaz oluyor: O, her şeyin farkında. Hasta olduğunu biliyor. Yet…
Bazen insan sabaha karşı bir yerde uyanır. Yastık ıslanmıştır ama ağladığını hatırlamaz. Ya da bütün gün öylece oturur; saatin kaç olduğu, ne yaptığı, neyi beklediği belirsizdir. Sanki biri içeriden fişi çekmiştir. Ama nefes almaya devam eder. Ve bu, bazen bir lanet gibi gelir. Kimyasal dengesizlik derler. Beynin serotonin, dopamin, norepinefrin gibi şeyleri eksik ya da fazla salgılamasından bahsederler. Duyguların bir kimya meselesine indirgenmesi insanı tuhaf bir yere sürükler. Peki ama kim bozuldu önce? Beyin mi? Yoksa zihin mi çatladı da…
Giriş Bir gün aynaya baktığınızda kendinizi göremediğinizi düşünün. Sesiniz yankılanmaz, adınız unutulur, iziniz silinir. Siz hâlâ oradasınızdır ama dünya sizi terk etmiştir. Modern Türkiye’de kimliğini devletin çizdiği kalıplara sığdıramayan milyonlarca insan, işte böyle bir görünmezlik içinde yaşar. Bu, fiziksel değil; sembolik, kültürel ve siyasal bir yokluktur. Tıpkı Altıncı His filminde Dr. Crowe’un yaşadığı gibi: Hayattadır ama ölü muamelesi görür. Bu yazı, Türkiye’de ulus-devletin inşa ettiği “makbul vatandaş” çerçevesine sığmayan grup…