PKK ve Emperyalizm

PKK ve Emperyalizm


24 Mart 2015 – Bilgilendirme Sekreterliği

"Koalisyonun hava saldırılarının birçok sivilin hayatını kurtardığını ve YPG direnişine katkı sunduğunu belirtmek istiyorum. Bu nedenle bombardımanların devam etmesini umut ediyorum. Bu saldırılar halklarımız ile dünya barışı ve demokrasisi için savaşan güçler arasındaki dostane ilişkiler üzerinde güçlü bir etki yaratıyor. Partim ve Kobane halkı adına Uluslararası Koalisyon’a ve bize destek veren tüm dünya halklarına şükranlarımı sunuyorum.” – Salih Müslim

Bu sözlerle PYD Eşbaşkanı ve Suriye’deki Kürt silahlı güçlerinin lideri Salih Müslim, Kobane kentinin “kurtuluşuna” ilişkin basın toplantısını sona erdirdi.

Sol çevrelerde, Müslim’in bu açıklaması karşısında bir sessizlik oluştu. Hindistanlı Maoistler ve Afrika Ulusal Sosyalist Partisi (APSP) hariç tutulursa, gerek liberal gerekse radikal çizgideki küresel solun tamamı, Kobane’deki Kürt direnişini ve Kuzey Irak’taki Kürtlerin İslamcı saldırılara karşı mücadelesini açıkça destekledi. Bu anlatı; "medenî" ve "ilerici" Kürtler ile "ilkel" ve "fanatik" barbarlar arasındaki karşıtlıklar, kadının özgürleşmesinin karşısında ataerkil "baskıcılar" gibi ikiliklerle desteklendi. Kürt hareketi, İslamcı harekete karşı propagandist bir dille yüceltildi.

Bu anlatının büyük ölçüde gelişmiş ülkelerin liberal ve sol kesimleri tarafından inşa edilmesi ve çevre ile yarı çevre ülkelerdeki solun bunu sorgusuz kabul etmesi, sınıf analizinden uzaklaşıldığını, anti-emperyalist perspektifin zayıfladığını ve günümüz Ortadoğu'sundaki (ve diğer sıcak bölgelerdeki) gelişmeleri analiz edecek kuramsal altyapının eksikliğini ortaya koyuyor.

Sol, son on beş yıl içerisinde Kürt siyasi temsilcileri ile emperyalist güçler arasındaki ilişkileri, manşetlere taşınmadan önce incelemiş olsaydı, Salih Müslim’in açıklaması kimseyi şaşırtmazdı. Medyada bu ilişkinin arka planına dair gerçek bilgi eksikliği nedeniyle, biz bu bağlamda daha az bilinen ayrıntılara yer vererek durumu Marksist bir bakışla analiz etmeye çalışacağız.

PKK Bir Marksist Örgüt Değildir

PKK, 1978 yılında Abdullah Öcalan liderliğinde Kürt öğrenciler tarafından kurulmuştur. Örgütün temel ve meşru hedefi, Türkiye, Irak, İran ve Suriye'deki Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgeleri kapsayan bağımsız bir Kürdistan devleti kurmaktı. Örgütün resmi ideolojisi Marksizm-Leninizm idi.

1983 yılından itibaren silahlı mücadele yöntemini benimseyen PKK, paramiliter oluşumlar kurarak özellikle Türkiye sınırları içinde faaliyet yürüttü. 1980'lerin sonuna gelindiğinde, PKK Kürt halkı arasında ciddi bir destek kazanmıştı ve Türkiye’nin Irak ve Suriye sınırındaki bazı bölgelerde kontrolü ele geçirerek zaman zaman yönetimi üstlendi. Bu mücadele içerisinde intihar saldırıları da kullanılmıştı; bu saldırılar Türkiye’nin ilk kez karşı karşıya kaldığı eylem türlerindendi.

1990’ların başında, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte PKK en önemli finansal desteğini kaybetti. Hayatta kalmak için alternatif finans kaynaklarına yönelmek zorunda kaldı; bu kaynaklardan biri de uyuşturucu ticaretiydi. 1990’ların ortasında, Türk ordusunun yoğun askeri operasyonları sonucunda PKK birlikleri dağlık alanlara çekilerek gerilla tarzı saldırılar düzenlemeye başladı.

Türkiye, uluslararası toplumun desteğiyle PKK’yi terör örgütü listesine ekletmeyi başardı. Bu durum bir tür çıkmaz yarattı. PKK’nin önemli askeri ve siyasi zaferler kazanmasının önüne geçilirken, Türkiye tarafında da ciddi ekonomik ve güvenlik zararları oluştu. Bu denge, Batılı emperyalistlerin de yardımıyla her iki tarafın siyasi kazanımlar elde edebileceği barış görüşmelerinin önünü açtı. Bu gelişmeler, elbette Irak ve Suriye halkları pahasına bölgenin ekonomik "istikrarı" ve Amerikan hegemonyası adına gerçekleştirildi.

2000’lerin başında, ABD’nin Irak’a yönelik işgal planları ile birlikte, PKK ile Türkiye ve ABD arasında temaslar kurulmuştu. Bu temaslarda PKK’ye silah bırakması, Marksizm-Leninizm'den vazgeçmesi ve Türkiye topraklarında bağımsızlık hedefini terk etmesi koşuluyla, Irak (ve daha sonra Suriye) Kürdistanı’nda siyasi bir rol verilmesi önerildiği iddia edilmektedir.

PKK ile Türkiye istihbaratı (MIT) arasındaki temasları ilk kez araştıran gazeteci Uğur Mumcu bu çalışması nedeniyle hayatını kaybetti; katilleri hiçbir zaman bulunamadı.

Öcalan’ın İdeolojik Dönüşümü

Öcalan, Suriye'de gizlenirken ABD’li akademisyen Michael M. Gunther’a verdiği bir röportajda bağımsızlık hedefinden vazgeçtiğini ve "federalizm" fikrini benimsediğini açıkladı. Komünist olmadıklarını belirtti ve ABD'yi gelişmiş bir sistem olarak tanımladı. Öcalan’a göre, “ABD kalkınmadır, komünizmde devlet her şeydir, birey hiçbir şeydir.”

Aynı dönemde DHKP-C gibi devrimci örgütlerle iş birliği yapmayı da reddetti. Kapitalistlere yönelik saldırıları eleştirerek, büyük sermaye sahiplerine saldıranları kınadı.

1999’da Öcalan, Türkiye, ABD ve İsrail istihbaratının ortak operasyonuyla Kenya'nın Nairobi kentinde yakalanarak Türkiye'ye teslim edildi. Başlangıçta idam cezası alsa da cezası ömür boyu hapis cezasına çevrildi. Tutukluluğu sırasında “Demokratik Konfederalizm” adını verdiği teoriyi geliştirdi.

Demokratik Konfederalizm

PKK yanlısı eylemler, Amerika

Öcalan’ın bu yeni teorisi, Murray Bookchin’in “Özgürlükçü Belediyecilik” modeline dayalıydı. Bu yapı, özel mülkiyeti ortadan kaldırmayı, sınıf farklılıklarını yok etmeyi değil, çokkültürlü ve yerel temsile dayalı bir toplum inşa etmeyi hedefliyordu. Feodal yapılar (aşiretler gibi) sistemin içinde yer almaya devam ediyor ve yönetime dahil ediliyordu. PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah, 2014 yılında yaptığı bir konuşmada, özel mülkiyeti koruduklarını açıkça dile getirdi.

Bu görüşler, devrimci sınıf mücadelesi perspektifinden uzak, Batı tipi parlamenter sistemleri idealize eden bir yaklaşıma dayanıyordu. Öcalan’a göre, teknoloji ile sınıf ayrımı zaten ortadan kalkmıştı ve asıl mesele demokratik katılımın sağlanmasıydı. Bu anlayış, kapitalist üretim ilişkilerini sorgulamıyor, aksine bunlarla uyum içinde var olmayı öneriyordu.

Öcalan’ın bu dönüşümü, emperyalistlerle kurulan yeni ilişkilere paralel bir şekilde ilerledi. PKK 2002’de 8. Kongresi’nde şiddeti reddederek siyasi mücadeleye yönelme kararı aldı. KADEK (Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi) kuruldu, ardından Kongra-Gel adlı yapı ortaya çıktı. HPG adlı silahlı kanat, feshedilmeden bir süre daha varlığını sürdürdü.

PKK ve Emperyalist İttifaklar

2002’den itibaren PKK’nin yeniden yapılanması sürecinde dış güçlerle olan temasları derinleşti. 2010 yılında PKK liderlerinden Kenan Yıldızbakan'ın tutuklanmasıyla birlikte örgütün İsrail ile sekiz yıl süren bir iş birliği ağı ortaya çıktı. Yıldızbakan’ın üzerinden çıkan İsrail menşeli dinleme cihazları, Azerbaycan üzerinden İran'a, oradan da Kuzey Irak'a ulaştırılmıştı. Sadece 2010’un ilk yarısında PKK’ye 60 hava iletişim cihazı ve 35 VHF/UHF sistem temin edilmişti.

İsrail’in, Batı’nın PKK’yi doğrudan muhatap almamasına rağmen, dolaylı bağlantı kurduğu bir köprü rolü oynadığı düşünülmektedir. 2014 sonunda PKK ile ABD öncülüğündeki koalisyon arasındaki gizli ilişkiler kamuoyuna yansıdı. PKK yöneticileri, ABD askeri ve CIA temsilcileriyle doğrudan temas içinde olduklarını itiraf etti.

Bölgesel Güç ve Jeopolitizm

Öcalan’ın hapishanedeki “aydınlanma süreci” ve örgütün demokratik dönüşümü sonrasında, PKK’nin silahlı kanadının büyük kısmı Türkiye’den çekilerek Irak’a yerleşti. Bu güç, Irak Kürdistanı’nda siyasi atmosferin şekillenmesinde önemli bir faktör haline geldi.

Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak'ta Kürtler belirli bir özerklik elde etmişti. ABD desteğiyle 1990'ların sonunda bu özerklik daha da pekiştirildi. Irak Kürdistanı’nda iki ana parti; Celal Talabani’nin liderliğindeki YNK (Kürdistan Yurtseverler Birliği) ve Mesut Barzani’nin başında olduğu KDP (Kürdistan Demokratik Partisi) uzun süre iktidar mücadelesi verdi. Her iki parti de neoliberal ekonomi politikalarını benimsemiş ve ABD ile yakın ilişkiler kurmuştu.

Bu rekabet silahlı çatışmalara kadar vardı. PKK, bu çatışmalarda YNK’nin yanında yer aldı ve gidişatı değiştirdi. Buna karşılık Türk hava kuvvetleri, KDP mevzilerini desteklemek adına PKK ve YNK hedeflerini bombaladı. Durumun kontrolden çıkmasından endişe duyan ABD, merkezi Irak hükümetinin bölgeye yeniden hâkim olmasını istemediğinden, süreci yatıştırmak için müdahale etti.

1998’de Barzani ve Talabani’ye 11 milyon dolarlık rüşvet önerildi ve barış anlaşması sağlandı. Anlaşma ile taraflar güç paylaşımına gitmeyi ve Irak ordusunun Kürt bölgesine girmesine izin vermemeyi kabul etti. ABD de Kürtlere yönelik bir saldırıyı önlemeyi taahhüt etti. Irak Kürdistanı'nın hava sahası “uçuşa yasak bölge” ilan edildi.

Bu gelişmeler, Kürt bölgesinin 1992’de Irak’a uygulanan yaptırımlardan muaf tutulmasıyla birlikte daha da önemli hale geldi. Bölgenin yaşam standardı yükseldi, çok uluslu şirketler (özellikle petrol sektöründe) bölgeye akın etti. ABD özel kuvvetleri, Peşmerge güçlerini eğitmekle görevlendirildi. 2003’teki ABD işgalinde, Kürt güçleri doğrudan Amerikan ordusunun yanında savaştı.

En dikkat çekici gelişme ise PKK’nin bu yeni hükümetten destek almasıydı. KDP-YNK koalisyonu, PKK güçlerinin Irak Kürdistanı’nda kalmasına onay verdi. Bu kararın, ABD ile görüşülmeden alınması mümkün değildi. Bu durum, emperyalistlerin, dönüşüm geçirmiş PKK’den artık bir tehdit değil, bir araç olarak fayda sağladığının en güçlü göstergelerindendir.

Irak Kürdistanı ve PKK’nin Rolü

ABD'nin Irak’ı işgali sürecinde Kürt partileri (KDP ve YNK) Washington’la sıkı iş birliğine gitti. 1996 yılında Saddam Hüseyin’e karşı yapılan başarısız darbe girişimi bu iş birliğinin açık bir örneğiydi. PKK bu dönemde Talabani’nin YNK’sine destek verdi. Buna karşılık Türk ordusu Barzani’nin KDP’sini destekleyerek PKK ve YNK mevzilerine saldırdı. ABD, iki Kürt lideri uzlaştırmak için 1998’de onlara rüşvet vererek “barış” sağladı.

Bu anlaşma ile Irak hükümetinin Kürt bölgesine müdahalesi engellenmiş, ABD koruması sağlanmış ve bölge uçuşa yasak bölge ilan edilmiştir. Sonuç olarak, Irak’a uygulanan yaptırımların dışında kalan Kürt bölgesi hızla ekonomik büyüme yaşamış, çok uluslu petrol şirketleri bölgeye girmiştir. ABD Özel Kuvvetleri, “Peşmerge” adı verilen Kürt savaşçıları eğitmiş, bu güçler 2003’teki işgal sırasında Irak rejimine karşı savaşmıştır.

PKK, bu dönemde Irak Kürdistanı'na yerleşerek burada kalıcı bir varlık kazandı. Bu gelişme, ABD’nin PKK’yi tehdit olarak görmediğinin bir göstergesiydi.

Demokratik Federalizm ve Suriye

Irak’ın işgaliyle birlikte Irak Kürdistanı'nın özerkliği anayasal bir statü kazandı. 2005 Anayasası ile Kürt bölgesi federal Irak içinde ayrı bir yapı olarak tanındı. ABD’li yetkililer, PKK'nin varlığının Türkiye'yi tehdit etmesini önlemek için askeri üsler inşa etti. Barzani liderliğinde Türkiye ile doğalgaz anlaşmaları yapıldı.

Suriye’de iç savaşın başlamasıyla birlikte PKK’ye bağlı PYD ve silahlı kanadı YPG, Kürt bölgelerinde özerk yönetimler kurdu. Kobane ve diğer kentlerdeki bu özerklik, ABD'nin ve koalisyon güçlerinin desteğiyle korunmaya başladı. PYD, doğrudan CIA, Pentagon ve Batılı ülkelerle görüşmeler yaptı. PYD lideri Salih Müslim, “Koalisyonun her ihtiyaçta silah göndereceğini” açıkladı. YPG sözcüsü Polat Can, ABD ile ortak operasyon komuta merkezinde koordinat sağladıklarını bildirdi.

Kobane’deki direniş, PKK, YPG ve ABD liderliğindeki koalisyonun ortak zaferi olarak lanse edildi. Bu durum, YPG’nin Batılı ülkeler tarafından meşruiyet kazanmasını sağladı. Ancak tüm bu gelişmeler, emperyalist çıkarların korunması açısından yürütülen bir sürecin parçasıydı.

Anti-Emperyalist Tutum ve Eleştiri

Solun büyük kısmı, YPG ve PYD’yi desteklerken bu ittifakların emperyalist politikalarla olan bağlarını göz ardı etti. Oysa Marksist bir yaklaşım, emperyalist güçlerle yapılan iş birliklerinin devrimci mücadeleyi zayıflatacağını ve ezilen halkların emperyalizme karşı mücadelesini sekteye uğratacağını savunur.

Yazarlar, bu durumun Batılı solun ideolojik üstünlük taslayan ve “medeniyet” anlayışına dayanan liberal yaklaşımından kaynaklandığını savunur. Bu yaklaşım, İslamcı direniş hareketlerini gerici olarak nitelendirirken, Batı ile iş birliği yapan seküler hareketleri ilerici görmektedir. Ancak bu bakış açısı, emperyalizme karşı mücadele eden halkları yalnız bırakmakta ve onları daha radikal, bazen gerici akımlara yönlendirmektedir.

Sonuç ve Eleştirel Değerlendirme

PKK’nin ideolojik dönüşümü, emperyalist sistemle kurduğu ilişkiler ve Batı’nın çıkarlarıyla uyumlu hale gelmesi, onun anti-emperyalist bir hareket olma niteliğini yitirmesine neden olmuştur. PYD/YPG örneğinde olduğu gibi, ABD’nin doğrudan destek verdiği yapılar, bölge halklarının bağımsızlık ve sosyal adalet arayışlarını değil, Batı’nın enerji ve güvenlik politikalarını ön plana çıkarmaktadır.

Marksist-Leninist bakış açısıyla, emperyalist merkezlerin kontrol ettiği sistemlerde gerçek kurtuluş ancak sınıfsal çelişkilerin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Özgürlük, yalnızca ulusal değil, sınıfsal anlamda da kazanılmalıdır. Kürt hareketi, sınıf mücadelesinden uzaklaşıp emperyalist ittifaklarla yol aldıkça, halkların gerçek kurtuluşunu sağlayamaz.

Direniş, Anti-Emperyalizm ve Tarihsel Perspektif

Irak’ın işgali sonrasında özellikle Sünni bölgelerde Şii ve Kürtler tarafından kurulan yeni hükümete karşı güçlü bir direniş oluştu. Baas rejiminin kalıntıları, İslamcı gruplar ve aşiret milisleri, emperyalist işgale karşı savaştı. Bu direniş, özellikle Felluce ve Ramadi gibi kentlerde büyük kayıplara yol açtı. ABD ve müttefiklerinin bombardımanları sivil ölümleri artırdı, bu da halkın radikalleşmesine zemin hazırladı. IŞİD, bu direnişin içinden doğan ve etkili bir askeri güç haline gelen yapılardan biri olarak ortaya çıktı.

Yazarlar, ideolojik farklılıklara rağmen, bu gibi hareketlerin emperyalizme karşı mücadele ettiği ölçüde desteklenebileceğini savunur. Marksist-Leninist bakış açısına göre, bir hareketin ilerici olup olmadığı, onun sınıfsal yapısından çok, emperyalizmi zayıflatıp zayıflatmadığıyla ilgilidir.

Lenin, Stalin ve Ulusal Mesele Üzerine

Lenin, bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını desteklemenin koşullu olduğunu belirtmiştir. Eğer bir ulusal hareket, emperyalizmi zayıflatıyor ve halkların özgürlüğünü güçlendiriyorsa, desteklenmelidir. Ancak emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden bir ulusal hareket, desteklenemez. Stalin ise bu durumu daha açık ifade eder: “Proletarya her ulusal hareketi, her zaman ve her yerde desteklemek zorunda değildir. Emperyalizmi zayıflatan, onu parçalayarak yok eden hareketler desteklenmelidir.”

Bu bağlamda, Kürt hareketinin emperyalistlerle olan ilişkileri, onu devrimci bir mücadele olmaktan uzaklaştırmaktadır. PYD, YPG ve PKK’nin günümüzdeki faaliyetleri, halkın bağımsızlığını değil, Batı’nın ekonomik ve siyasi çıkarlarını korumaya yöneliktir.

Son Söz: Fanon’dan Bir Alıntı

Frantz Fanon’un dekolonizasyon üzerine şu sözleri, bu makalenin özünü özetlemektedir:

"Sömürgeciliğin yıkılması, bir tür insanın diğer bir tür insanla yer değiştirmesidir. Geçiş süreci olmaksızın, tam ve mutlak bir dönüşümdür. Devrimin başarısı, toplumsal yapının baştan aşağı değişimiyle mümkündür. Bu değişim, halkın yaşamında ve bilincinde zaten var olan, bastırılamaz bir taleptir.”

Bugün emperyalizme karşı gerçek bir mücadele, yalnızca siyasi değil, toplumsal, ekonomik ve ideolojik bir dönüşümle mümkündür. Kürt hareketinin bu dönüşümden uzaklaşıp emperyalist yapıların çıkarlarına hizmet etmesi, ezilen halkların mücadelesine zarar vermektedir.