Nazan Maksudyan’ın "Türklüğü Ölçmek" adlı kitabı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde Türk kimliğinin nasıl inşa edildiğini ve bu kimliğin etnik, kültürel ve politik olarak nasıl sınırlandığını derinlemesine inceleyen bir çalışmadır. Bu bağlamda, “Türk” ve “Türkiyeli” kavramları, hem tarihsel hem de ideolojik bağlamda yeniden değerlendirilmesi gereken önemli terimlerdir. İlk bakışta, bu iki kavramın arasındaki fark önemsiz gibi görünse de, detaylı bir analiz, bu farkın Türkiye’deki etnik kimlikler ve yurttaşlık anlayışı açısından ne denli kritik olduğunu ortaya koyuyor.
Tarihsel Arka Plan: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
Osmanlı İmparatorluğu’nda kimlik, dinî temeller üzerinden tanımlanıyordu. İmparatorluk bünyesindeki farklı milletler, dinî aidiyetlerine göre sınıflandırılıyor ve toplumsal düzen bu çerçevede kuruluyordu. Ancak Cumhuriyet dönemine geçişle birlikte din temelli sistemin yerini milliyetçilik aldı. Bu değişim, kimlik algısında radikal bir dönüşüme yol açtı. Örneğin, 1924 Anayasası’nda, vatandaşlık tanımı "Türk" olarak yapılırken, bu tanımın dinsel bağlardan çok etnik bir vurguyu ön plana çıkardığı görülür. Bu süreç, azınlık grupların kimliklerini ifade etmelerini zorlaştırırken, aynı zamanda Türklük kavramını etnik bir kimlikten ziyade siyasi bir aidiyet olarak yeniden şekillendirmeye yönelik çelişkili bir çaba barındırıyordu. İmparatorluğun çokuluslu yapısı içinde, bir bireyin Müslüman, Hristiyan ya da Yahudi olması kimliğini belirleyen en önemli unsurdu. Ancak Osmanlı’nın son döneminde yükselen milliyetçilik dalgası, bu dini temelli kimlik sistemini sarstı. Türkçülük hareketi, özellikle II. Meşrutiyet’ten itibaren bir ideolojik temel kazandı ve Osmanlı’nın yıkılışıyla birlikte Cumhuriyet’in inşa sürecinde merkezi bir rol oynadı.
Cumhuriyetin kuruluşunda, Türk kimliği homojenleştirici bir üst kimlik olarak sunuldu. Ancak bu kimliğin tanımı, etnik Türklük üzerine kurulu olduğu için diğer etnik grupları dışladı ya da asimile etmeyi amaçladı. Bu bağlamda, “Türk” kavramı hem yurttaşlığı hem de etnik bir aidiyeti ifade eder hale geldi. Bu çifte anlam, Türk olmayan grupların kendilerini bu kimlik altında ifade etmelerini zorlaştırdı.
Cumhuriyet İdeolojisi ve Türk Kimliği
Cumhuriyet ideolojisi, ulus-devlet inşası sürecinde homojen bir toplum yaratmayı hedefledi. Bu doğrultuda, Türk kimliği, tüm etnik ve kültürel farklılıkları dışlayan bir üst kimlik olarak tanımlandı. Ancak bu süreç, özellikle Kürtler, Ermeniler ve diğer azınlıklar üzerinde büyük bir asimilasyon baskısı oluşturdu. Örneğin, 1934 tarihli İskân Kanunu ve 1942 Varlık Vergisi, bu baskının somut örnekleridir. İskân Kanunu ile etnik kökenler arasında ayrım yapılmış, Türk olmayan nüfusun yerinden edilmesi ve asimilasyonu hedeflenmiştir. Benzer şekilde, Varlık Vergisi, özellikle gayrimüslim toplulukları ekonomik olarak zayıflatmak amacıyla uygulanmış, bu grupların mülkiyet haklarını ve ekonomik bağımsızlıklarını ciddi şekilde zedelemiştir. Bu politikalar, azınlıkların hem ekonomik hem de sosyal alanlardaki varlığını baskı altına almış ve kimliklerini ifade etmelerini daha da zorlaştırmıştır.
Türk kimliği, bu tarihsel bağlam nedeniyle yalnızca bir yurttaşlık kimliği olarak değil, aynı zamanda etnik bir kimlik olarak da algılanmaktadır. Cumhuriyet dönemi müfredatında Türklüğün Orta Asya kökenleri vurgulanmış, bu da Türk kimliğini tarihsel ve etnik bir çerçeveye sıkı sıkıya bağlamıştır. Tarih derslerinde Orta Asya’dan gelen Türklerin uygarlık kurucu bir millet olarak sunulması, bu algıyı daha da pekiştirmiştir. Bu durum, Türk olmayan grupların kendilerini bu kimlik altında temsil etme konusunda çekinceler yaşamasına neden olmuştur. Dolayısıyla, Türk kelimesinin bu tarihsel ve ideolojik yükü, onu kapsayıcı bir üst kimlik olmaktan alıkoymaktadır.
Tarihsel Bağlardan Arındırılmış Bir Türk Kimliği Mümkün mü?
“Türk” kelimesinin bir üst kimlik olarak tüm Türkiye vatandaşlarını kapsaması için, tarihsel bağlarından arındırılması ve etnik bir anlam taşımaktan uzaklaştırılması gereklidir. Bu, Türk kelimesinin tarih boyunca kazandığı anlamların ve ideolojik yüklerin yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılar. Nazan Maksudyan, Türk kimliğinin tarihsel bağlamının, ayrımcı politikaların ve dışlayıcı uygulamaların bir sonucu olduğunu vurgular. Bu bağlamda, tarihsel olayların ve politikaların incelenmesi, bu yüklerden kurtulma sürecinin ilk adımı olabilir.
Bir üst kimlik olarak “Türk” kavramının yeniden inşa edilmesi için, eğitim müfredatından kamu söylemine kadar geniş çaplı reformlar yapılmalıdır. Örneğin, tarih derslerinde Orta Asya vurgusunun, Türk kimliğini etnik bir çerçeveye hapsetmek yerine, farklı kültürlerin ve etnik grupların Türkiye'nin tarihine katkılarını vurgulayan bir yaklaşıma evrilmesi sağlanabilir. Vatandaşlık eğitimi, tüm etnik kimliklerin eşit ve değerli olduğu bir anlayışı benimsemeli ve bu farkındalığı topluma aşılamalıdır. Ayrıca, resmi belgelerde ve söylemlerde kullanılan dilde, "Türk" kelimesi yerine daha kapsayıcı bir "Türkiye vatandaşı" teriminin tercih edilmesi, kapsayıcılığı artırabilir. Örneğin, 2010 yılında yapılan bir araştırmada, Türkiye’deki bireylerin %36’sının etnik kimliklerini ifade ederken “Türkiyeli” yerine “Türk” tanımını kullanmayı tercih ettikleri görülmüştür. Ancak bu oran, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde farklılık göstermektedir. Bu durum, Türk kimliğinin kapsayıcılığının bölgesel ve etnik farklara göre değiştiğini göstermektedir.
Türkiyeli: Bir Üst Kimlik Olarak Potansiyel
“Türkiyeli” kavramı, coğrafi bir aidiyeti ifade eder ve bu yönüyle etnik ya da dini bir aidiyetle sınırlı değildir. Türkiyeli, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin ortak kimliği olarak tanımlanabilir. Bu açıdan, Türkiyeli kavramı farklı etnik kökenleri, dinleri ve kültürel kimlikleri kapsayıcı bir üst kimlik potansiyeline sahiptir.
Örneğin, bir Kürt, Ermeni, Rum ya da Arap, “Türk” kimliği altında kendini ifade etmekte zorlanabilir çünkü “Türk” kelimesi tarihsel olarak belirli bir etnik kökeni işaret etmektedir. Oysa “Türkiyeli”, bu kişilerin hem kendi kimliklerini koruyup hem de ortak bir yurttaşlık kimliği altında birleşmelerine olanak tanıyabilir. Böyle bir tanım, farklılıkların zenginlik olarak kabul edildiği bir toplumsal yapıyı teşvik eder.
Türkiyeli Kimliği ve Gelecek Perspektifi
Eğer Türkiyeli kavramı benimsenirse, bu kavram Türkiye Cumhuriyeti’nin çokkültürlü yapısını yansıtan daha kapsayıcı bir kimlik sunabilir. Benzer bir yaklaşıma sahip olan Kanada, “Kanadalılık” üst kimliğiyle etnik kökenlerden bağımsız bir yurttaşlık anlayışını benimsemiş ve farklı kültürlerin bir arada uyum içinde yaşamasını teşvik etmiştir. Aynı şekilde, Hindistan’da anayasal bir çerçeve içinde çokkültürlülük vurgulanarak etnik ve dini farklılıkların ortak bir ulusal kimlik altında temsil edilmesi sağlanmıştır. Bu gibi örnekler, Türkiyeli kimliğinin de kapsayıcılığı güçlendirmek için bir araç olabileceğini göstermektedir. Türkiyeli, herhangi bir etnik ya da dini grubu diğerlerinden üstün görmeyen bir yurttaşlık anlayışını temsil eder. Bu anlayış, toplumsal barışın ve dayanışmanın temeli olabilir.
Ancak bu değişimin gerçekleşmesi, yalnızca kavramsal bir dönüşümle sınırlı kalmamalıdır. Eğitim politikaları, hukuk sistemi ve toplumsal söylem, bu kapsayıcı kimlik anlayışını destekleyecek şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Örneğin, okullarda öğretilen tarih derslerinde, Türkiye’nin farklı etnik ve kültürel gruplarını eşit bir şekilde temsil eden bir anlatı benimsenmelidir. Ayrıca, toplumda farklılıkları kabul eden ve saygı duyan bir dil geliştirilmelidir.
“Türk” ve “Türkiyeli” kavramları arasındaki fark, sadece bir kelime meselesi değildir; bu fark, Türkiye’nin yurttaşlık anlayışının ve toplumsal yapısının temel dinamiklerini yansıtır. Nazan Maksudyan’ın çalışmaları ışığında değerlendirildiğinde, “Türkiyeli” kavramının daha kapsayıcı bir üst kimlik olarak potansiyeli açıkça görülmektedir. Ancak bu potansiyelin hayata geçirilebilmesi, sadece kavram değişikliğiyle değil, derin toplumsal ve politik dönüşümlerle mümkün olacaktır. “Türk” kelimesinin bir üst kimlik olarak yeniden yapılandırılması ise, tarihsel bağlarından ve ayrımcı politikaların mirasından arındırılmasını gerektirir. Ancak bu dönüşüm, daha kapsayıcı ve eşitlikçi bir toplum inşa etmenin önünü açabilir.